Osmanlı Türklerinde ilim A. Adnan Adıvar



XIX. YÃœZYIL VE YENÄ°LEÅžME HAREKETLERÄ°


Osmanlı Türklerinde ilim A. Adnan Adıvar


XIX. YÜZYIL VE YENÄ°LEÅžME HAREKETLERÄ°

Bu son bölümün konusu olacak devirde, Batı dünyasının, daha esaslı ve daha devamlı kurumlar aracılığıyle, memlekete girmeye
baÅŸladığım göreceÄŸiz. Gerçekten, Avrupa ilim ve sanatı, özellikle o vakit Avrupa’yı sarsan Fransız büyük ihtilaliyle çök yakından ilgilenen
Selim III. (1789-1807) önce çaÄŸdaÅŸ ilme ve tekniÄŸe uygun olarak yetiÅŸtirilen Avrupa ordularına karşı koyabilecek bir ordu kurmak
için, Tophane’yi ıslahı düÅŸünmüÅŸ, Fransa ve Ä°sveç’ten mühendisler getirterek fabrikalar tesis etmiÅŸti (1205=1790). Fakat, daima
yabancı mühendislerin ilim ve tekniÄŸine muhtaç olmanın doÄŸru olmadığım düÅŸünen devlet, bilgi ve teknik alanında baÅŸarılı subaylar,
askeri mühendisler yetiÅŸtirmek için, o zamana göre modern bir matematikçi ve topçu okulu kurmaya karar vermiÅŸti. Zaten padiÅŸah,
tahta çıkar çıkmaz, Eyüp’te Bahariye köÅŸküne Enderun aÄŸalarından ve eski okulun yetiÅŸtirdiÄŸi istidatlı öÄŸrencilerinden bazılarım
toplayarak, «Miihendishane-i sultanı» adiyle bir okul kurdurmuÅŸtu. Bu okul, 1208=1793’te HalıcıoÄŸlu'ndaki Kumbaracılar kışlasına taşınarak
geniÅŸletilmiÅŸtir. O zamanlar bir dereceye kadar boÅŸ olan Hasköy cihetindeki arazi, tatbikat sahası olarak seçilmiÅŸti. Nihayet,
yakın vakte' kadar «Miihendishane-i berrî-i hümayun» adım taşıyan bina, 1210 yılında yapılmış ve o yıl Selim III.’in bir fermanıyle okulun
nizamları ve öÄŸretimi düzenlenmiÅŸtir 

Bu tarihte Tersane’deki Mühendishane-i bahrî-i hümayunun dersleri de HalıcıoÄŸlu okuluyle birleÅŸtirilmiÅŸtir. Bu yeni okula ilk
baÅŸhoca tayin olunan Kırımlı Hüseyin Rıfkı Efendi, geometriye dair eserler kaleme almış, bir de Arapça olarak Ä°rtifa risalesi yazmıştır.
Bu okula Batı dilleri bilen hocalar henüz bulunmadığından, tercümanlar aracılığıyle Batı dillerinden eserler tercüme olunarak, hocaların
ders vermelerine yardım edilmekteydi Beri yandan, Üsküdar’da bir ikinci matbaa kurularak, yönetimi
okulun baÅŸhocasma verilmiÅŸtir. Bu matbaada, aÅŸağıda görüleceÄŸi gibi, daha ziyade ilmi eserler basılmaktaydı. Bastığı ilk eserlerden biri,
okulun ilk mezunlarından ve sonra öÄŸretmenliÄŸinde bulunmuÅŸ olan Seyit Mustafa adlı bir zatın, Fransızca olarak yazdığı, Diatribe
de l'ingenieur sur l’etat actuel de l’art militaire, du genie et des sciences a Constantinople adlı eseridir ki, 1803 yılında çıkmış ve
sonradan, Fransız'müsteÅŸriklerinden L. Langles tarafından yazılan önsözle, Paris’te yeniden basılmıştır (1810). Bu dikkate deÄŸer risalenin
yazarı hakkında ne yazık ki tam bilgi yoktu. Yalnız, Selim Nüzhet Gerçek’in bana vermek lütfunda bulunduÄŸu bir nota göre, Se-
yit Mustafa’nın o zamanlar devlet hizmetinde bulunan Fransız subaylarındanmühendis Brune’den ders okuduÄŸu Henri Cordier tarafından
Memoires de l’Academie des Inscriptions et des Belies-letres, XXXVIII, 2. kısımda söylendiÄŸi gibi, bir de Pertusier, Promenades
pittoresques dans Constantinople et sur les rives du Bosphore, Paris, 1915, adlı eserinde Mühendishanenin, Kumbaracı kışlasının
arkasında olduÄŸunu, kütüphanesinde matematik ve müspet ilimlere dair en iyi Batı eserlerini ve geometri ve astronomi aletlerini gördüÄŸünü,
fakat o sırada ancak 40 öÄŸrencisi bulunan bu okulda bir uyuÅŸukluk göze çarptığını söyler. Okulun ilk müdürü diye yanlış olarak, Seyit Mustafa’dan ve kaynak olarak da kitabından bahsetmektedir Bundan baÅŸka yine Selim Nüzhet’in notuna göre, BaÅŸvekalet arÅŸivinde, 1209 tarihli bir vesikada.
Miihendishanede münhal olan bir hocalığa baÅŸ halife Seyit Mustafa’ nin tayin-i inhası vardır.
Seyit Mustafa, bu küçük eserinde modern ilmin memlekete girmeye baÅŸlaması üzerine o vaktin, yani XIX. yüzyıl baÅŸlarının gençleri
arasında doÄŸan heyecanı pek güzel tasvir etmektedir. Langles, kitabın Paris baskısına yazdığı önsözde, Seyit Mustafa’dan büyük
övgülerle bahsederek, «Türkiye’de yeniÅŸleme hareketlerinin en dikkat ve saygıya deÄŸer “kurbanlarından” biridir» diyor. Bu hesapça.
Seyit Mustafa, 1807'deki irtica hareketinde öldürülen gençler arasında olsa gerektir. Herhalde eser, o zaman matematik ve tabii ilimlerin
memleket gençleri arasında takdir ve ilgi uyandırdığını pekala göstermektedir. Ama, Mühendisharie, bir yandan böyle yeni ilimlerle
uÄŸraşırken, hocalarından Seyit Ali PaÅŸa adındaki zatın, yukarıda söylediÄŸimiz gibi, 1232 yılında bile bu modern ilim yuvasında
hâlâ kendinden dört yüzyıl önce gelmiÅŸ bir yazarın astronomi kitabım ÅŸerhle meÅŸgul olacak zihniyette bulunması, en hayırlı bir niyetle
kurulan bu okulda bile, hâlâ eski ilimden ayrılamayan adamların iÅŸ başına getirildiÄŸini gösteriyor.
Okulda, Selim Ill.’in fermam gereÄŸince, Türkçe, Arapça, Fransızca dillerinden baÅŸka aritmetik, geometri, coÄŸrafya, trigonometri,
cebir, topografya, harp tarihi, entegral ve diferansiyel hesap, mekanik, astronomi, istihkam ve balistik okutulmaktaydı. Bu okulun ilk
binasının resmi şimdi kendisinden bahsedeceğimiz Raif Mahmut Efendinin Tableaux des nouveaux reglements de l'Empire ottoman
adlı eserinde bulunmaktadır.

Ä°ÅŸte yine bu yenileÅŸme devrinde beliren gençlerden biri olan vesonradan reisülküttaplığa kadar çıkan ve nihayet Karadeniz BoÄŸazı
istihkamları nazırlığına getirilerek, orada nizam-ı cedit elbisesi giydirilmek istenilen yamaklar elinde şehit edilen (1807) Raif Mahmut
Efendinin ilim tarihiyle ilgisi Fransızca olarak yazdığı bir coğrafya kitabı dolayısıyledir (1). Kendisi, 1208=1793 tarihinde sefaret
kâtibi olarak, Londra’ya gitmiÅŸ ve o vakitler millelerarası genel dil Fransızca olduÄŸu için, orada 'bu dili öÄŸrenmiÅŸ, fakat lakabı, her nasılsa,
«Ä°ngiliz Mahmut Efendi» olarak kalmıştır. Bu zat, Selim III. devrinin yenileÅŸme hareketleri, nizam-ı cedit ve memleketin gelir kaynakları hakkında Avrupalılara doÄŸru bilgiermek üzere, adı yakanda geçen Fransızca eseri kaleme almıştır (Üsküdar Matbaası baskısı, 1213=1797). Åžimdi bulunması güç olan
bu eserde, Mühendishanenın resminden baÅŸka, o zamamn tarihini
 lgilendiren.baÅŸka resimler de vardır  iÅŸte, Osmanlı devleti teÅŸkilatı hakkında yabancılara bilgi vermek
için, Fransızca eser yazan Raif Mahmut, bir de Fransızca coÄŸrafya kitabı yazmıştır. Londra’dayken yazdığı bu eseri Ä°stanbul’a dönüÅŸünde
Türkçeye çevirmeye vakit bulamamış ve bu iÅŸle Osmanlı ' Viyana maslahatgüzarı olan Yakovaki Efendiyi görevlendirmiÅŸtir;
bu suretle bir Türk’ün Ä°ngiltere payitahtında yazdığı Fransızca bir eseri, bir Rum, Viyana’da Türkçeye çevirmiÅŸ ve adı
îcalet-ül-coÄŸrafiye konulmuÅŸtur. Eser, 1219 tarihinde Üsküdar matbaasında basılmış ve sonuna 1218’de basılıp hazırlanan 24 haritadan
ibaret Cedid Atlas tercümesi eklenmiÅŸtir. Raif Efendinin, Londra’da dört yıl oturduktan sonra, yazmaya kalkıştığı coÄŸrafya kitabının yazılış
tarihine göre modern bir eser olacağı sanılırsa da yazık ki kitabın «küre-i âlem» ve «küre-i arz»Ä± anlatan önsözü okunur okunmaz,
hâlâ Ptolemaios sistemi üzerine, âlemin merkezi arz olup güneÅŸin arzm etrafında dolaÅŸtığından bahsedildiÄŸi görülür. Eserin
Fransa’nın siyasi coÄŸrafyasına ait kısımları, o zamamn taksimatına uygun olmakla birlikte, ÅŸu anlaşılıyor ki, Raif Efendi Londra'dayken
eline geçirdiÄŸi bir XVI. yüzyıl kozmografya kitabından alarak ancak «meslek-i mütekaddimin üzere» (eskilerin yolunda) diye küçümsediÄŸi
Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sının Müteferrika baskısı deÄŸil, yazma nüsha ayarında bir giriÅŸ yazmıştır. Eseri Fransızca yazdığı,
bu kitap okununca bir kere daha belli oluyor; çünkü, baÅŸlangıç meridyeni Paris olarak alınmıştır. Müstakbel reisülkiittabm bu eseri
coÄŸrafya hakkında yeni bilgiler vermekten ziyade bir dil alıştırması yapmak için, yazmış olduÄŸu samlabilir; yoksa ilmi bir eser meydana
getirmek isteseydi elbette yeni kozmografya ve coÄŸrafya kitaplarına zorunluluÄŸunu duyardı. Eserin Türkçesi gerek yazar
ve gerek müverrih Vasıf tarafından düzeltilmiÅŸ ve baÅŸma bir de önsöz yazılmıştır. Bu önsöz Raif Mahmut Efendinin idare ve siyasette
yemlik taraflısı olsa bile dilde en koyu bir muhafazakâr olduÄŸunu gösterecek bir üsluptadır. ^
Kitaba ekli olarak yayınlanan Atlas’ın hangi Atlas’tan çevrildiÄŸi
söylenmemekte ve yalnız «Tabhane-i hümayunda Cedid atlas-ı kebir
kıtaları tersim olunarak tabedildiÄŸi» yazılmaktadır. Yazık ki, bu haritalar
da zamanına uygun harita deÄŸildir. Memleketlerin adları 
ile doÄŸru dürüst çevrilmemiÅŸ ve mesela Buhara Bukra diye yazılmıştır.
işte, devrimin ateşli taraflısı olan bu iki zatın uğradığı akıbet
gösteriyor ki, modern ilmin memlekete girmesi pek kolay olmadığı
gibi, bir yandan da eski usulde yetiÅŸmiÅŸ bilginler ve hekimler yine
eski yoldan kitaplar yazmaya devam etmiÅŸlerdir. Mesela, Mustafa
III. zamanında ordu baÅŸhekimliÄŸine, Abdülhamit I. ve Selim III.
zamanlarında hekimbaşılığa kadar yükselmiÅŸ olan Gevrek-zade HaÅŸan,
adında bir hekim eski kaynaklardan, özellikle Ä°bni Sina’nın Kanunundan
alarak, Neticel-ül-fikriye ve velâdet-ül-bikriye adı altında,
gebelerin ve çocukların hastalıklarından, süt verme, sütten kesme
hallerinden bahseden oldukça ukalaca yazılmış bir eser kaleme almıştır.
Eserin 1219 tarihinde yazılan bir nüshasında (bkz. Üniversite
kütüphanesi, Yıldız, tıp, 282) çiçek hastalığından bahsedilirken
aşıya dair bir kelime bile yoktur. Eser, kendisinden önceki DoÄŸu
kitaplarından derlenmiş olmakla birlikte, o zamanlar moda olduğu
üzere Avrupa’nın XVI. ve XVII. yüzyıl hekimlerinin adları yalan
yanlış öteye beriye serpiÅŸtirilmiÅŸtir.
Bu zat, Selim III. zamanında MiirÅŸid-ül-etibba fi terceme-î ispagiriya
 adiyle, Paracelsus'tan(Parakelsus) çevrilmiÅŸ bir eser daha yazmıştır. EseriArapçadan çevirdiÄŸini (Arapçası Salih Nasrullah’m çevirisi olacak)
samimiyetle söyleyen yazar, Paracelsus’un kitabının aslında Yunan dilinde yazıldığını söyleyerek, kendilerim Batı dillerinden mütercim
diye satan öteki arkadaÅŸları gibi, bu Batılı yazarın eserlerinin yüzünü bile görmediÄŸini meydana koymuÅŸtur. Çünkü, yukarıda söylediÄŸimiz
gibi, Paracelsus, eserlerini Almanca yazmış ve bunlar sonradan Latinceye çevrilmiÅŸtir 
Birçok kitaplar yazmış olan bu Gevrek-zade HaÅŸan Efendi Kanun
mütercimi Tokatlı Mustafa Efendinin öÄŸrencisi olup bir de Ä°bni
Sina’dan önce gelen hekimlerden Ebu Mansur HaÅŸan bin Nuh’un
Gına ve mena adındaki eserini Dürret-ül-mensuriy'e fi tercimet-il
(-mansuriye adiyle Türkçeye çevirerek, eskiye raÄŸbetini bir kere daha
ispat etmiÅŸtir 
İşte tıp, hep bu eski yolda gidip dururken, Selim III.'in, bu ilmin
de yenileÅŸmesi lüzumunu anlamış olduÄŸunu gösteren bir belge
buluyoruz (2). Muharrem 1220=1805 tarihli bü belgede «asakir-i Ä°slâmiye
ve umumeîı ibadullaha nefi' ve faide ve celb-i davat-i hayriye
edileceÄŸi» kaydıyle DimitraÅŸko Moroz Bey-zade (3) admda Rum
ileri gelenlerinden bir zata esasen «Ä°stanbul'da KuruçeÅŸme’de dil,
edebiyat ve matematik okutmak üzere açılan yüksek okula (talimgâh),
bir de tıp ÅŸubesi ilavesi için, müsaade ediliyordu (bkz. Osman
Ergin, Maarif tarihi, II, 281). Bu belgede, o zamanki hekimlerin ve
medrese tıbbının hali uzun uzadıya belirtildikten sonra, iyi hekim
yetiÅŸtirmek için hastanelerde tatbikat görmek ve otopsi yapılmak
lazım geldiÄŸini ve Avrupa’dan gelen hekimlerle istenen faydanın saÄŸlanması
mümkün olmayıp «tehalüf-i emzice keyfiyet-i iklim've mevki
hasebiyle» mutlaka^ yerinde hekim yetiÅŸtirilmesi lazım olduÄŸunu,
halbuki «maslahat-i teÅŸrih» ve Avrupa hastaneleri ve hekimleriyle
haberleÅŸmeyle deneylerin çoÄŸaltılması için mevcut "tıp medreselerimi)
rencin ve müteahhirin ve mütekaddimini- riyaziyunun» eserlerinde
bulunmayan bir kök alma usulünü ilave etmiÅŸtir.
Ä°ÅŸte bütün bu eserler gösteriyor ki, bir yandan ordunun yenilenmesi
ve ıslahı için matematik ve tabii ilimler memlekete sokulmak
istenilirken, öte yandan medrese uleması eski ilimlere dair teliflerine
ve tercümelerine devam etmekte ve bu suretle ilim âleminde
bir ikilik meydana gelmeye baÅŸlamaktaydı. Halbuki, Türk
«ulemây-ı rüsum »u, deÄŸil müspet ilimlerde, doÄŸrudan doÄŸruya kendi
alanları olan meselelerde bile çok geri kalmışlardı. Mesela, bu tarihlerden
50-60 yıl önce Hicaz’da çıkan Vahabî mezhebi hakkında
Hicaz ve Irak uleması taraflarından birçok kitaplar yazıldığı ve birçok
tartışmalar sürüp gittiÄŸi halde, Ä°stanbul ulemasının, bu mezhebin
esası hakkında bile bilgisi yoktu (bkz. Cevdet, Tarih, 2. basım,
VII, 195). Öte yandan zamanın reisülküttabı Atıf Efendi (tayini
1212), yazdığı bir takrirde Fransa ihtilalinden bahsederken, bu muazzam
devrim hareketini, «Voltaire ve Rousseau gibi meÅŸhur zındıkların
ve anlar misillû dehrîlerin eserleriyle husule gelmiÅŸ» bir fısk-u
fücur cümbüÅŸü gibi göstermekteydi. Atıf Efendi, Hukuk-ı beÅŸer beyannamesini,
insanları hayvanlar derecesine indirmek için yazılmış
bir beyanname sayıyordu (bkz. Cevdet, Tarih, VI, 394). Ama, reisülküttap
efendinin bu takririne rağmen, Fransız ihtilali, zamanın
gençlerini etkilemekten geri kalmıyordu. Hürriyet fikri, bazen mistik
bir örtü altında, bazen laubalilik yolunda, gerek saray ve gerek
Babıâli çevresinde yürüyordu (bkz. Cevdet, Tarih, 2. basım, VIII,
147-148). Fakat, bu çekingen adımlarla yürümeye baÅŸlayan yenileÅŸme
hareketleri, nihayet, 1807’deki isyan hareketinde Nizam-ı Cedidin
lağvına ve Selim III.'in katline rağmen, tamamıyle durmamış ve
mühendishaneler kapanmak gibi bir akıbete uÄŸramamıştır.
Bu devrin sonunda, daha ziyade Mahmut II. zamanında, yetişmiş
gerçekten modem bir hekimden bahsetmek lazımdır: "Åžanî-zade
AtauIIah". Tıptan başka konularda da eser yazan, mesela bize
dört ciltlik bir de Tarih bırakan Ataullah Efendi; 1200=1786 yılında
ilmiye mesleÄŸine girmiÅŸ ve 1235 = 1820’de vakanüvis tayin olunmuÅŸtur.
Åžanî-zade, yalnız bir hekim deÄŸil, aynı zamanda ansiklopedik
bir bilgindi. Aşağıda bahsedeceğimiz iki tıbbi eserinden başka, aritmetik,
geometri, cebir ve hatta askerlik üzerine kitapları vardır.
Kendisi, Mahmut II. zamanında «BektaÅŸîlerin pek meÅŸhurlarından»
olması dolayısıyle, «irade-i müstakille sudûrile» Tire’ye sürgün
edilmiÅŸtir. Vakanüvis Lütfi’nin yazdığına göre (bkz. Lütfi, Tarih, 1,
168-169), Åžanî-zade, Ortaköy’de, aydın bilginlerden, Tefsir-i mevakih
mütercimi Ä°smail Ferruh Efendinin yalısında, «etvar-i lâübaliyane»,
-----i l^rv>;lrr,c,v i'-Ki Cîir->r*<=l/=kr,iır]^» bninmK OÄ°ntl 7Z\t]nr<]nr\ tOHÄ°aXIX.
YÜZYIL VE YENÄ°LEÅžME HAREKETLERÄ° 215
nan bir ilim derneÄŸine girmiÅŸ olmasından ÅŸüphelenilmiÅŸ ve yeniçerilerin
ilgası üzerine ortayan çıkan BektaÅŸi,aleyhtarlığından faydalanılarak
sürgün cezasına çarptırılmıştır. Halbuki bu dernek, sadece
felsefe, ÅŸiir, edebiyat ve modern ilimle uÄŸraÅŸan bir teÅŸekküldü.
Her ne hal ise, sonradan aff olunmuşsa, da, af fim tebliğ eden fermanın
Tire'ye erişmesi anında, katil fermanı zannıyle beyin sektesinden
fücceten vefat etmiÅŸtir (1242=1826). Kendisinin yabancı dilleri
bildiÄŸi Tarih'in in önsözünde bazı çeviriler yaptığını söylemesiyle biliniyorsa
da, hangi dilleri ve ne suretle öÄŸrendiÄŸini bilemiyoruz.
[Ek-53].'
Öte yandan 1235 yılında Matbaa-i Âmire'de basılan Miyar-ül
-etıbba adındaki eserini, Viyanalı Profesör Stoerk un kitabından tercüme
ettiÄŸini önsözde söyler (bkz. aynı eser, s. 3); fakat bütün eski
mütercimlerin yaptığı gibi eserin adını vermez. Dr. Süssheim, yaz-
dığı uzun uzun •'makalelerde (Tıp Tarihi ArÅŸivi, No. 1-3) gerek yazar
ve gerek eser hakkında bilgi verir; bu makalelerden öÄŸrendiÄŸimize
göre, asıl eserin adı Medizinischpraktischer Unterricht filr Feld und
Landwımdaerzte der österreichischen Staatendk. (Viyana, 1776,
1786, 1789). Bu eser, Istruzione medico-practica ad uso dei chirurghi
çivili e militari adiyle Ä°talyancaya, Bartelomeo de Battisti di San
Giorgis tarafından çevrilmiÅŸ ve Venedik'te 1778 yılında basılmıştır.
Dr. Süssheim’m çevirinin karşılaÅŸtırılmasıyle vardığı sonuca göre,
Åžanî-zade Miyar-ül-eîibb d sim bu Ä°talyanca eserden çevirmiÅŸtir. Mütercimin
hangi yabancı dilleri bildiÄŸini bilemediÄŸimiz için, ancak
bu karşılaştırma sonunda, İtalyanca bildiğini kabul etmek bir dereceye
kadar mümkün olabiliyor. Hekimlerin elinde her gün iÅŸe yarayacak,
hastalıklar ve tedavilerine dair bir eser olan, bu kitabın iyi
anlaşılması için, anatomi ve fizyoloji kitabına da ihtiyaç olduÄŸunu
takdir eden Åžanî-zade, bundan sonra Mir’at-ül-ebdan fi teÅŸrih-ül-âza
-il-insan adiyle, bir eser daha kaleme almış ve o da aynı cilt içinde,
Mahmut Il.'un emriyle, Matbaa-i Âmirede basılmıştır. Aynı eserde
mütercimin bir de vaccination, yani inek çiçek aşısına dair Viyana’lı
Ludwig Karan (?) adlı yazarla başka iki Avrupalı hekimden aldığı
uzun bir bahis vardır ki, Åžanî-zadenin bu aşının memlekete sokulmasına
ve faydasına akıl erdirmiÅŸ bir hekim olduÄŸunu gösterir (1).
Anatomi kitabı ise, nereden çevrildiÄŸi bilinmemekle birlikte, oldukça
güzel resimlerle süslenmiÅŸtir. Bunun sonuna da «Usul-i tabiiye»
adı verilen 39 sayfalık bir de fizyoloji bahsi ilave edilmiÅŸtir. Bugün,
tabiatıyle ilmi bir değeri olmayan bu eserin, bir kıymeti varsa
o da bize Åžanûzadenin, kafasını yeni tıbba açan ilk bilginimiz olduÄŸunu
göstermesidir. Vefatından bir yıl sonra (1827), Tıbhans ve Cer-
(XIX, YÜZYIL VE YENÄ°LEÅžME HAREKETLERÄ° 217
rahhane kurulmuÅŸtu. Zavallı Åžanî-zade, bir af fermanının kurbanı
olarak, vefat etmemiş olsaydı, onun da bu okulda yer alacağı muhakkaktı.
Kısacası, bir kelimeyle ÅŸunu söyleyebiliriz ki, Åžanî-zade
Ataullah, eski tıpla yeni tıp arasındaki zincirin bir halkasını teşkil
etmekten fazla bir ÅŸey yaparak, doÄŸrudan doÄŸruya yeni tıbba geçmiÅŸtir.
Halbuki, Åžanî-zadenin çaÄŸdaşı olan hekimbaşı Mustafa Behçet
Efendi ve onun kardeÅŸi yine meÅŸhur hekimbaşı Abdülhak Molla zamanlarında
ve nezaretleri altında ıfıodern bir Tıbhane ve sonra modern
bir tıp okulu açılmış ve Avrupalı hocalar getirilmiÅŸ olduÄŸu
halde, henüz eski tıptan ve onun efsanevi bilgilerinden kendilerini
kurtarmış deÄŸildiler. Mesela, Jenner’in çiçek aşısına dair monografisini
ve baÅŸka bazı eserleri güya Ä°talyancadan Türkçeye çeviren
(biz bu çeviriyi göremedik) Mustafa Behçet Efendi, bütün hayatı
boyunca, Hezar esrar adı altında eskilerin birtakım saçma sapan
ilaçlarını, deneylerini toplamış ve kardeÅŸi Abdülhak Molla, bunları
bine çıkarmaya çalışmışsa da, ömrü kâfi gelmeyince, onun oÄŸlu tabip
Hayrullah Efendi —Avrupa görmüÅŸ ve modern tıp tahsil etmiÅŸ,
olmasına raÄŸmen— bu Esrar'ı bine ulaÅŸtırarak, 1279 yılında tamamlamıştır.
Bu eser sonradan, 1283 yılında Ä°stanbul’da Muhip Efendi
matbaasında basılmıştır (bkz. Üniversite kütüphanesi, 84483).
Mesela, 11 numaralı sır’da, «beher sene cüz'î kısrak sütü içirilen
sabî nihayeti- seneye kadar çiçek çıkarmaya, çıkarsa da az çıkara»
deniliyor-(bunu mecmuasına özel surette kaydeden Mustafa Behçet
Efendinin, yukarıda söylediÄŸimiz gibi, bir yandan da Jenner aşı monografisini
tercüme ettiÄŸini hatırlatalım). 295 numaralı sır, «hıçkırık
tutan adamın aÄŸzına kazm aÄŸzı tutulsa hıçkırık kaza geçer ve
kaz ölür ve böylece yedinci kaz ölünce hıçkırık insandan da geçer»;
61’inci sır, «suçlu bir kimseye bıldırcın kuÅŸunun dili yedirilirse istintakta
bütün suçlarım itiraf eder»; 327’ncı sır, «karnabahar tohumu
dört sene sonra dikilse bu tohumlardan ÅŸalgam ve ÅŸalgam tohumu
dört sene sonra dikilse karnabahar çıkar». Ä°ÅŸte bin sır'dan mürekkep
bu kitap baÅŸtan aÅŸağıya böyle ortaçağın ve nihayet XVI.
yüzyılın manasız ilaçları ve inanışlarıyle doludur. Hele Hayrullah
Efendi tarafından yazılan önsözü (1279) okunursa, bu muhterem zatın,
gerek mekteb-i tıbbiyede okuduğu ve gerek Avrupa okullarım
gördüÄŸü halde, bu eseri pek ziyade takdir ettiÄŸi ve hele «âsar-i ahiren
in en mahmud ve azizi olan (1) asr-ı maarifhasr-i hazret-i padiÅŸahîde
bu eser-i nayabm metruk-i zaviye-i nisyan...» kalmasına gönlü
razı olmadığı anlaşılır. Fakat doÄŸrusunu söylemek için ÅŸunu ilave
etmeliyim ki, Hayrullah Efendi, son numaralı sırlan ilaveyle esil)
rar ı bine çıkarırken, modern ilme göre bazı maddeleri yazmıştır ki
bunlar XIX. yüzyılda haftalık mecmualarda görülen «fenni eÄŸlenceler
» kabilinden ÅŸeylerdir. Bu kitaptan burada bahsetmeye bizi
sevk eden sebep, bir yandan modern tıbbiye okulu açan bir padiÅŸahın
hekimba.şıları olan iki kardeş ve sonradan bu modern mekteb-
i tıbbiyeden doktora yaparak çıkan bir mahdum efendinin bu
gibi saçma sapan, kocakarı ilaçlarını ve ondan daha berbadı XVII.
yüzyıldan beri kökleÅŸmiÅŸ olan müspet ilimlere aykırı hükümlere
(bkz. 327'nci sır) inanmış gibi ta 1279=1862 yılma kadar çalışıp ortaya
böyle bir eser koymalarını belirtmek deÄŸildir. Maksadımız,
hummalı bir surette her alanda yenileşme hareketleri başladığı sırada,
baÅŸta olanların hâlâ Mathiole tıbbmdan ve Acaib-ül-mahlukai
maddelerinden çıkarılan hükümlerle meÅŸgul olduklarını, buna göre
de, iş başında bulunan bu zatlarla başlayan yenileşmenin ne kadar
güç ve çekingen adımlarla ilerlemek zorunda kaldığım göstermektir.
Mahmut II. devrinde, matematik ve baÅŸka müspet ilimler Mühendishane
denilen okulda okutulmaya devam edilmekteydi. Bu
mektebin ikinci baÅŸhocası, Hoca Ä°shak Efendi (ölm. 1834), matematik
ve tabii ilimler üzerine kaleme aldığı dört ciltlik Mecmua-i ulûm-i
riyaziye adlı eseriyle, gerçekten hoca lakabına hak kazanmıştır. Kendisi
Narda'lı bir Musevî ailenin oÄŸlu olup Müslüman olmuÅŸ ve Divan-
ı hümayun tercümanlığında bulunurken sonradan öÄŸretmenlik
mesleÄŸine girerek, Mühendishanede öÄŸretime baÅŸlamıştır (1). Arapça
ve Farsçadan baÅŸka Fransızca ve belki Latince de bilen bu zatm
dört ciltlik eseri o zaman için gerçekten modern müspet ilimler mecellesi
sayılabilir. Bu ciltlerden birincisi, aritmetik, cebir, geometri;
Ä°kincisi düzlem trigonometrisi ve cebirin geometriye uygulanması,
entegral ve diferansiyel hesabı 've koni kesitleri; üçüncüsü hikmet-i
tabiiye (fizik), cerr-i eşkal (mekanik), ilm-i menazır (perspektif bilgisi)
ve küre-i nesimî (îıavaküre); dördüncüsüyse'elektrik, küresel
trigonometri ve nihayet «ilm-i hail ü terkib-i ecsam» adım verdiÄŸi
kimyadan bahseder. Bu eser memleketimize ilk defa olarak Avrupa’nın
bir dereceye kadar yüksek matematiÄŸini, modern fiziÄŸini sokmuÅŸ
olması bakımından önemlidir. Yalnız kimyadan son ciltte ancak
25 sayfalık pek eksik bir bahis vardır; İshak Hocanın kimyaya
verdiği ad da pek eski spagyria kelimesini hatırlatıyor. Zaten bizde
kimya, ciddi bir surette,, ancak Tıbbiye okulunda başlamıştır.
[Ek-55], Herhalde Ä°shak Hocanın en büyük hizmeti, modern matematik,
fizik ve mekaniÄŸe ait eserleri, Batı dilinden, Türkçe terimlerini
koyarak, nakletmesidir. Bu başlıca eserinden başka askerliğe
ve mühendisliÄŸe ait olan eserleri vardır. Mühendishane baÅŸhocası,
adı yukarıda geçen Seyit Ali PaÅŸadan sonra baÅŸhocalığa tayin edilmiÅŸken
(1246) 1249’da, galiba selefinin entrikası eseri olarak, Medine’deki
binaların tamiri memuriyetiyle oraya gönderilmiÅŸ ve dönüÅŸünde
SüveyÅŸ’te (1251) vefat edip orada gömülmüÅŸtür. Okulun biraz
yukarısındaki mezarlığa bir taÅŸ dikilmiÅŸ ve üzerine "Elhâc Hafız
Ä°shak Efendi” diye adı ve vefat tarihi yazılmıştır. Mühendishane
yakınında yapılan bu boÅŸ mezar (cenotaphe), manevi çocukları olan
okul öÄŸrencilerinin kalplerinde, bu deÄŸerli hocanın hatırasını ölümsüzleÅŸtirecek
bir anıttır. Velhasıl Hoca Ä°shak,' tıpkı Åžanî-zade gibi
eski ilimle yeni ilim arasında bir halka değil, belki yeni ilim zincirinin
ilk halkasını teşkil eden saygı ve dikkate değer bir hocadır.
[Ek- 563- /
îÅŸte XIX. yüzyılın ilk yarısında ve Avrupa’nın çaÄŸdaÅŸ ilmini
memleketimize sokmak için açılan Mâhendishane-i bahrî-i hümayun,
Mühendishane-i berrî-i hümayun ve Mekteb-i tıbbî-i adlî-i ÅŸahane
(1838) ve Mekteb-i harbiye (1250=1834) sayesinde, matematik ve
tabii ilimlerle tıp, gitgide daha modern bir şekilde devam etmiş-
tir ; eserimizin eriÅŸtiÄŸi tarihten sonra, yani XIX. yüzyılın ikinci
yarısında Türkiye’de müspet ilimler gerek yüksek ve gerek ortaokullarda
oktulmaya baÅŸlanmış ve hatta bir de üniversite (dârülfünun)
taslağı açılmış ve ilmi dergiler çıkarılmış olduÄŸu gibi, edebî
dergilerde, hatta gündelik gazetelerde bile artık bu ilimler hakkında
makalelere rastlanmaya baÅŸlanmıştır. Fakat, öte yandan medreselerde,
duraklama ve hatta çökme içinde bile olsa, öÄŸretim devam
ediyor ve hâlâ bu medrese mezunlarına «âlim», okudukları derslere
«ilim» adı verildiÄŸi halde, okullardaki müspet ilme «fen» kelimesi
yeter görülüyordu. Halbuki, bilindiÄŸi gibi, Fenn, Arapçada çeÅŸit, sık
dal anlamlarnıa geldiği gibi, mastar olarak, bir adamı aldatmak anlamına
da kullanılırken çaÄŸdaÅŸ Araplar, bu kelimeyi sanat=art ve
teknik karşılığı kullanmayı tercih etmişlerdir. Bizdeyse Tanzimattan
önce ve sonra «muhdes (sonradan çıkma) bilgi» sayılan ve fakat
gerçeklerin hilafına bir ÅŸey söylemek, aldatmak asla ÅŸiarı olmayan
müspet ilimlere, belki medrese ulemasının gönlünü hoÅŸ etmek için,
fen deyimi layık görülmüÅŸ ve hatta hâlâ, cumhuriyet devrinde bile,
Üniversitenin ilimler (yani müspet ilimler=les Sciences) fakültesinin
adı «Fen Fakültesi» olarak kalmıştır. Yalnız Mekteb-i tıbbiye-i
adliye’nin kurucuları bu noktada daha makul ve cesur davranarak
MeÅŸrutiyete kadar mektebin verdiÄŸi diplomalara «Dâr-ül-ulûm-i hikemiye
olan Mekteb-i tıbbiye» deyimini koymaktan çekinmemiÅŸlerdir.
Ä°ÅŸte, XVIII. yüzyılda ve XIX. yüzyıl başında müspet ilimlerin
Batıdaki durumuyle Türkiye'deki durumu arasında bir karşılaÅŸtırma
imkanı olmasa bile, Batıda ilmin dev adımlarıyle giden ilerle-
me ve gelişmesi hususunda kısa bir fikir vererek eseri bitirmek uygun
olacaktır.
Fransa ve Ä°ngiltere'de XVIII. yüzyılda müspet ilimler parlak
bir geliÅŸmeye doÄŸru giderken Almanya’da Berlin Akademisi de Büyük
Friedrich zamanında kazandığı yabancı kuvvetler (Ä°sviçre’li
Euler, Fransız Lambert ve Lagrange) sayesinde matematikte çok deÄŸerli
ilerlemeler kaydetmiÅŸ olduÄŸu gibi, özellikle Ä°sviçre’nin Basel
ÅŸehrinde yetiÅŸen Bernouilli kardeÅŸlerin ve oÄŸullarının çalışmalarıyle
entegral diferansiyel hesabı, Leibniz’in bıraktığı noktadan ileriye
doÄŸru yürümüÅŸtü. Halbuki bu sırada Ä°ngiltere, hâlâ Newton’un bu
hesaplarda kullandığı usul ve iÅŸaretleri sürdürmekte ısrar ediyordu.
Hatta Ä°ngiliz matematikçisi ve filozofu Bertrand Russel, bu usule
kaba bir milliyetçilik duygusuyle yapışıp kalmış olmaktan dolayı,
Ä°ngiltere’de matematiÄŸin Almanya ve Fransa’ya göre o zamanlar
yüzyıl geri kaldığım iddia eder ki bu geri kalmanın XVIII. yüzyıl
sonunda ve XIX. yüzyıl baÅŸlangıcında pekala hissolunduÄŸunu biliyoruz.
Gerçekten, Lagrange ve baÅŸka matematikçiler eserlerini Berlin’de
ve Fransa’da yayınladıkları gibi, o zamanlar parlak ve pek
etkili bir yolda işlemeye başlayan akademilerin, ilim kuramlarının
bu gibi eserleri hemen yayınlamak ve yarışmalar düzenleyerek ödüller
koymak suretiyle yaptığı yardımlar sayesinde yayılan bu eserler,
ilmin ilerlemesini sağlıyordu. Mesela 1788 yılında, Lagrange
kendisinin ün kazanmasına sebep olan meÅŸhur Mecanique Analytigue
adlı eserini Paris’te yayınlamıştır ki, bu ve bunun gibi eserler,
Leibniz usulü analizin açtığı kaynaklan kullanarak, yüksek matematiÄŸi
en derin mekanik ve fizik olaylarının hesap ve ispatında en
kullanışlı bir alet haline getirmiştir.
Öte yandan, astronomide ilerleme hızla devam etmekteydi. Halley,
kendi adına izafetle anılan kuyruklu yıldızın daha 1682 yılında
yörünge ve ÅŸeklini hesap ettiÄŸi gibi, XVIII. yüzyılın başında (1705)
bu yıldızın her 75 yılda bir kere geri gelerek arzın yakınından geçeceÄŸini
haber vermiÅŸ ve bu suretle, yüzyıllardan b&ri gerek DoÄŸuda
eve gerek Batıda, görülmesi türlü türlü afetlere iÅŸaret sanılan bu
yıldızın öteki yıldızlar gibi muntazam ve zorunlu bir seyir takip ettiÄŸini,
bunun için de bazı yıllar öyle rasgele ortaya çıkamayacağını
haber vererek, batıl inançlardan huzuru kaçan birçok beyinlere rahat
sağlamıştır.
Astronomi, artık rasat ve gözlem usulü yanında, yüksek matematiÄŸin
de bu ilme uygulanmasıyle ilerlemekteydi. Mesela, ayla arz
arasındaki uzaklığın birbirinden çok uzak, fakat aynı meridyen üzerinden
ölçülmesi için, astronom Lalande Fransa’dan Berlin’e ve Lacailie,
Capetown ÅŸehrine gönderilmiÅŸti. Lacaille, orada kurduÄŸu rasathanede
dört yıl çalışarak, ayla arz arasındaki uzaklığı tayin ettiÄŸi
gibi, öte yandan da güney yarımkürede 10.000 kadar duraÄŸan
yıldızı gözlemlemiÅŸ ve incelemiÅŸti . Artık güneÅŸin arzdan uzaklığı
da, Ä°ngiltere, Fransa, Danimarka devletlerinin sırasıyle gönderdikleri
ilmi heyetler tarafından, yeniden ölçülmüÅŸ olduÄŸu gibi Oxford'da
James Bradley (1693-1762), durağan yıldızların yerlerinin hafif değişikliklere
uÄŸradığını ve bunlardan birinin ışığın aberration’u (sapıncı)
dediÄŸimiz olayla açıklanacağım ve ötekinin nedeni olarak da
arzın mihverinin, nütasyon denilen, bir çeÅŸit titreÅŸim hareketini göstermiÅŸtir.
Hannover’li “Wilhelm Herschel, Ä°ngiltere'de yeni yaptığı teleskoplarla,
Uranüs gezegenini (1781), uydularım (1787) ve Satürn’ün
uydularım (1789) keÅŸfetmiÅŸ, kısacası bu astronom göÄŸü bir sık ormanda
gezer gibi teleskopla gezerek birçok yenilikler ortaya koymuÅŸtur.
Fransa'da XVIII. yüzyılın sonlarına doÄŸru, Paris rasathanesinin
muhafazakâr ye Kopernik sistemine aleyhtar olan Cassini ailesinden
gelen müdürlerinin muhafazakârlığı azalarak, astronomi orada da
yeni yolda ilerlemeye devam etmiÅŸtir ki, bu ilerlemeler nihayet Laplace’m
himmetiyle bir sentez halinde ortaya çıkmıştır. Lagrange’m
izinde yürüyerek yetiÅŸen Laplace, 1799 ve 1825 yılları arasında ya-
ymladığı 5 ciltlik meşhur Mecanigue. Celeste adındaki eseriyle, arz
üzerinde yürürlükte olan mekanik teorilerini göklere de uygulamıştır.
Bu kitabın asıl amacı, güneÅŸ sisteminin büyük mekanik problemlerini
çözümlemek ve özellikle ampirik denklemlere ihtiyaçtan
kurtulmak üzere, teorileri rasat ve gözlemlerle incelemek olduÄŸunu
yazar önsözünde söyler. Bu eserin bir de, Exposition du systeme du
monde (1796) adlı, halka göre ÅŸekli vardır ki, bunda Laplace, kendinden
daha önce Alman filozofu Kant'ın, evrenin teÅŸekkül ÅŸeklini
açıklamak için, koyduÄŸu nebülöz (bulutsu) teorisini açıklar ve geniÅŸletir.
Newton, bu olayları kanunlara baÄŸlayan kendi büyük buluÅŸundan
sonra bile, evren sisteminin tamamıyle yerleşmiş, değişmez
bir düzen altında olmadığına ve arada sırada «özel bir müdahale»
ile bu düzenin düzeltilmesi gerektiÄŸine inanırken, Laplace’m, Napoleon'un
«eserlerinizde Allah adının geçmediÄŸini söylüyorlar» diye
bir tarizine karşı, «böyle bir özel müdahale» teorisine ihtiyaç görmediÄŸi
cevabım vermesi, evrenin düzenini yalnız ve yalnız mekanik
kanunlara baÄŸlamak istediÄŸini gösterir.
Bu devirde, fizik ilmi, artık mekanikten ayrı olarak, ses, ışık,
ısı, magnetizma ve elektrik gibi belirli bahislere ayrılmış ve her bahiste
yeni yeni keÅŸifler meydana gelmiÅŸ bulunuyordu. Özellikle analitik
mekanik bahsi, daha yirmi dört yaşındayken Akademiye giren
ve sonradan Encyclopedie nin, bütün dünyanın meÅŸhur önsözlerinden
biri olan giriÅŸini yazan D’Alembert'in Traite de dynamique'iyle
yepyeni bir yoldan ilerlemeye başlamış ve bu suretle matematik fiziğin
temelleri atılmıştı. Yani, o vakte kadar sırf matematikle uğraşan
bilginler, artık astronomi alanında olduğu gibi, fizik alanına
da el atmışlardı. 
Kısacası, ÅŸunu söyleyebiliriz ki, Böyle, Descartes, Gassendi’nin
fizik olaylarım corpuscuîe’lerin (cisimciklerin) ÅŸekil ve hareketleriyle
açıklamak isteyen prensipleri XVIII. yüzyılda bırakılarak, bu cisimciklerin
ÅŸeklinden ve birbirleriyle vuruÅŸup çarpışmalarından
bahsolunmuyor ve aksine bunlar itici ve çekici kuvvetleri bulunan
bir nokta haline irca olunuyordu. Mesela, ses bu madde parçacıklarının
titreÅŸimine, ışıksa Newton’un corpuscule teorisine karşı,
Huygens'in (1625-1695) dalga teorisine baÄŸlanıyor ve böylece, fiziÄŸe
tartılmaz ve ölçülmez bir ortam (esir) teorisi kendiliÄŸinden girmiÅŸ
bulunuyordu. Öte yandan, ıSımn ölçülmesi için yine matematik usullere
müracaat olunuyor, türlü türlü termometreler ve yine ısıdan
faydalanılarak buhar makineleri icat olunuyordu. Elektrik hakkında
yepyeni deneyler yapılmış ve bu deneyleri ispat için makineler
bulunmuştu. Fizik ve kimyanın sınır problemlerinden birini teşkil
eden yanma teorisi, XVII. yüzyıl baÅŸlarında doktor ve kimyacı Stahl’
in (1660-1740) ateÅŸin farazi bir prensibi gibi saydığı phlogiston’a dayanıyordu.
Bu teori o zamanlar o kadar önem kazanmıştı ki, Almanya’nın
büyük filozofu Immanuel Kant bile, Saf Aklın EleÅŸtirisi adlı
baÅŸ eserinde bu teoriyi Gaiilee’nin düÅŸme kanunlarıyle bir tutuyordu.
Fakat bu teoriye, aÅŸağıda görüleceÄŸi üzere Lavoisier’nin oksijenin
iş ve etkisini meydana koyan meşhur deneyleriyle, yıkıldı ve
kimya ilmi, bu suretle yepyeni bir alana girdi. Bu alanda çalışan,
baÅŸka yeni keÅŸifler meydana koyan bilginlerin burada birer birer
adlarım ve keÅŸiflerini saymaya yer yoktur. Ancak, Ä°ngiltere’de gazlar
üzerinde çalışarak, ilk defa Londra'da Royal Society’ye gönderdiÄŸi
bir tebliÄŸde «ÅŸiddetle yanan» bir gazı (hidrojen) bulduÄŸunu
1784’te bu gazın oksijenle yanmasından «su» hâsıl olduÄŸunu keÅŸfettiÄŸini
bildiren Henry Cavendish’in (1731-1810), Joseph Priestley (1733-
1804; bu zat oksijeni havadan ayırmıştı), Ä°sveç’li Toben Olaf Bergman’m
(1735-1784) adlarım sayalım. Fransa’daysa, Antoine Laurant
Lavoisier (1743-1794), meÅŸhur Rien ne se perd, rien ne se cree (hiçbir
ÅŸey yok olmaz, hiçbir ÅŸey kendiliÄŸinden türemez) düsturunu ortaya
atıyor, yanmada ve oksitlenmede oksijenin rolünü pek açık bir
ÅŸekilde belirterek, oksijeni asıl bulan mevkiini kazanıyordu. Öte
yandan elemanları (basit cisimler) tarif ederek, yeni kimyanın teme*
lini kurduktan sonra, mültezimlik memuriyeti dolayısıyle, Fransız
ihtilalinin kurbanları arasında giyotin üzerinde can veriyordu.
Ä°ngiltere’deyse kimyada en önemli adım, John Dalton'un (1766-
1844) sayesinde atomculuk teorisinin kimyaya uygulanmasıyle atılmış
bulunuyordu. XVIII. yüzyıl, Ä°ngiltere’de kimyanın âdeta kibar
cemiyetlerinde bile moda olduÄŸu bir yüzyıldır. Bütün dünyada ilk
kimya derneÄŸi-Edimburg’da 1784 yılında ünlü Ä°ngiliz kimya bilgini
Joseph Black tarafından Chemical Society adiyle kurulmuştu (bkz.
J. Kendall, Endavour, 1942, 3). Bundan baÅŸka Londra’da ve Manchester’de
de bu yolda demekler kurulmuÅŸtu.
Fransa’da J. Louis Gay-Lussac, gazların geniÅŸleme kanunlarını
bularak mekanik ısı teorisinin esaslarını kurmuştu.
Zooloji ve botanik ilimleri, bu devirde henüz tasviri nitelikten
kurtulamamış olmakla birlikte, Buffon, Lifine ve Jussieu gibi âlimlerin
sayesinde müspet ilimlerin, o vakitler tarih-i tabii (1) denilen
bölümü modem bir ÅŸekilde kuruluyordu. Buffon ilave kısımları ile
birlikte 22 cilt tutan meÅŸhur L'Histoire naturelle’i yardımcılarının
himmetiyle 1753-1767 yılları arasında yayınlamıştı. Ä°sveç'Ii Linne ve
Fransız Jussieu bitkilerde biri tabiî öteki suni tasnifler yapmışlar
ve yeni yeni bitkiler keÅŸfetmiÅŸlerdi. '
. XVII. yüzyıl sonlarında kliniÄŸi ve klinikte kimya laboratuvarını
kuran Boerhaave’nin (yukarı bkz.) himmetiyle, tıp, Avrupa’da yeni
bir devreye girmiş olduğu gibi Almanya'da kimyacı-hekim StahI,
kimyasal tıpla mekanist tıp yerine animiste, yani organizmadaki
olayları maddi olmayan bir prensibin iÅŸe karışmasıyle açıklayan bir
teori kurmuÅŸ ve bu teori, Fransa’da, özellikle Montpellier okulu
buna, benzer fakat ruhtan ayirı bir «hayati madde»nin etkisini kabul
ederek, bir nevi vitalisme ortaya çıkarmıştır. Öte yandan Ä°ngiltere’de
Ä°skoçya’lı John Brown vitalisme’in esasım, vücudun inciîability
dediÄŸi bir özelliÄŸinde bularak, bunun azalması veya çoÄŸalmasıyle
hastalık ve saÄŸlığı tarif ediyordu. Bu özelliÄŸin çokluÄŸuna sthenism
ve azlığına asthenisnı diyor, tedaviyi bu özelliÄŸin çoÄŸalıp azalmasını
saÄŸlamaktan ibaret sayıyordu. Fakat XIX. yüzyılın baÅŸlarında artık
Viyana okulunda ve sonra Paris okulunda, tıbbm materyalist-mekanist
bir temel üzerine kurulmaya baÅŸladığını görüyoruz.
XVIII. yüzyıl, yalnız ilim deÄŸil, düÅŸünce noktasından en büyük
deÄŸiÅŸmelere, ilerlemelere sahne olan bir yüzyıldır. Özellikle Fransa’da
Voltaire bu yüzyılı hemen baÅŸkan baÅŸa doldurmuÅŸ, «Ä°ngiltere
mektupları»y\e Nevrton’u Fransızlara tanıtmış ve hatta dostu Madame
du Châtelet'yi, bu büyük fizik bilgininin Principia smı Fransızca
j^a çevirmeye yöneltmiÅŸtir (yukarı bkz.). Bu yüzyılda Voltaire,
Diderot, J.J. Rousseau gibi edebiyat ve felsefede ÅŸöhret almış kiÅŸiler,
ilmi de ihmal etmeyerek, Diderot ve D'Alembert’in baÅŸkanlığı
altında yayınlanan Encyclopedie, Dictionnaire raisonne des Sciences,
des Arts et des Metiers'e katılmış ve yardım etmiÅŸlerdir. Bu büyük
eser, gerçi ilimde bir «birlik» kurmaya doÄŸru atılmış ilk büyük adım
olarak nitelendirilmiÅŸse de, eserin ilmi ve felsefi bir birliÄŸe doÄŸru
gitmekte tamamıyle başarı kazandığı iddia olunamaz. Mesela bazı
makalelerde açıktan açığa dindarca bir eda görülürken, ötekilerde
ya deiste veya büsbütün Tanrı inkârcısı, atheiste bir ifade vardı. Fakat,
her ne olursa olsun, hepsi ÅŸu noktada birleÅŸiyorlardı ki, “düÅŸüncenin,
vicdanın ve kalemin bağımsız olması ilmin ilerlemesi için
elzemdir ve sosyal ilerlemeyi sağlayacak tek vasıta ilimdir".
Ä°ÅŸte Batının eriÅŸtiÄŸi bu önemli düstura Osmanlı Türkiyesinde
ne zaman ve nasıl inanıldığını ve bu inancın verdiÄŸi eserler ve sonuçların
ne olduÄŸunu göstermek, Tanzimat, MeÅŸrutiyet ve Cumhuriyet
devirleri için böyle bir araÅŸtırma yapacak yazarların ödevidir.
Bizim aldığımız devirde Türkiye göklerinde, ara sıra görülen hafif
parıltılara raÄŸmen, bu aydınlatıcı düsturun, yol gösteren bir yıldız
gibi, doÄŸduÄŸunu iddia etmek kabil deÄŸildir.

 

 

Osmanlı
Türklerinde ilim

A. Adnan Adıvar